Sunday, June 7, 2015

Prenses


 


   Balkonda.
   Sadece yüzü birbirine bakan iki sandalye bir de kırmızı bayraklı Atatürk portesi. Onu da beraber asmışlardı.
   Bundan yıllar önceydi.
   O zaman saçları bu kadar beyaz,yüzü böyle buruşuk, kalbi böyle yarım değildi.
   O zaman, o vardı.
   Sokağın karşısında bazen o kızla beraber bazen tek başına gelen ve bazen bira bazen viski içen oğlanlara bakıyordu, göğe sonra.
   O saniye yaşananların bir anı olduğunu onun dışında kim bilebilirdi.
   Söylemek isterdi. ''Heeeey!! Yaşıyorsunuz!!!!''
   Avazı çıktığı kadar bağırmak isterdi. Bunları asla unutmayacaksınız..
   Onun yerine gülümsüyordu.

Hep gülümsüyordu.
Hep.

   Dünya gezegenine yıllar yılı düşüp kalkan onca gülümseme arasında en kanayanı buydu. Bu olmalıydı. Bütün duyguları yok edebilecek kadar güçlüydü. Saniyeler içinde ağlatabilirdi. Güldürebilirdi. Yok edebilirdi.

   Bazen sandalyeye oturuyordu, balkonun paslanmış demirlerine, sandalyelere, mermere konan kuşlarla konuşuyordu, onları besliyordu..gülüyordu. 
Ancak kendisinin ve bir de onun anlayabileceği kadar ağlıyordu gülüşü. O kadar ağlıyordu ki bazen insanlar aslında gülmediğini anlayacak diye korktuğundan balkonun kapısını kapatıp içeri giriyordu. Bir küçük oda vardı balkonun gerisinde. Bir sedir, bir dikiş makinesi. Onun kıyafetleri vardı. Onları söküp tekrar dikiyordu..gülümsüyordu.
İki tane örgüsü vardı bembeyaz saçlarında; biri sağındaydı, biri solunda. Saçları ve gülümsemesi birbirine öyle yakışıyordu ki yüzüne bakınca kendisini değil onu görüyordu. Ve öyle yakışıyordu ki örgülerini hiç açmıyordu. 
Saçları hiç dökülmesin, gülümsemesi hiç kaybolmasın diye. Ondan kalan diğer bir kaç şey gibi.
Bir çiçekleri vardı. Beraber bakıp büyüttükleri. Onunla ilgileniyordu, su veriyor, dertleşiyordu..gülümsüyordu.
Evin karşısındaki o barda, ikisi görünüyordu hep. 
Bazen beraber özellikle oraya giderlerdi; evden çok uzak olmayı sevmediklerinden. Özellikle onu çok korkuturdu evden uzak olmak. Kaybolmak gibiydi. Hem beraber o barda oturup karşıdaki balkonda duran Atatürk portresine bakardı ''Büyük adam.'' derdi. Sonra gözlerine bakardı.
Gülümserdi.

   Önce sen öleceksin ben değil derdi.Biliyorum yaşayacağım seni,senden sonra. Bu evde,seninle...gülümserdi. Yanağını avucunun içine almayı ve ellerini çok severdi. O günden sonra; gittiğinden beri ilk özlediği şey elleri oldu. 

   Neredeyse hiç çıkmadı. Bir tek balkona. Soldaki kırık sandalyeye. Kırık olduğunu ona hiçbir zaman söylemedi. Diğerine otursun isterdi. Sonraki, o güden sonra, her gün de yine o sandalyeye oturdu. Kimse onun kırık olduğunu ve diğer tüm eyleri ve sökülüp dikilen kıyafetleri bilmedi.

   Üzerinde kırmızı bir şalı, bembeyaz örgülü saçlarının arasındaki çemberi ve yüzündeki korkunç sancılı gülümsemesiyle, ve onunla beraber balkonun kapısını kapatıp içeri girdi. Radyoyu gözüne kestirdi. Sedire oturdu. Ne kalkıp radyoyu açacak kadar neşeli ne de o günü düşünüp ölene kadar ağlayabilecek kadar kahır doluydu.
   Biliyordu onun için de gelecekti.
   Ölüm.
   Ölüm gelecekti ya.
   Gelmesi gereken; saçlarının eski rengiyle beraber günün birinde geri gelecek miydi?

Bir plak koydu. Elleri bu şarkıyı her dinlediğinde ve aklına onun ismi ne zaman gelse böyle titriyordu.
Bu çok hoşuna gidiyordu. 








    Kadıköy- Hera'ya yolunuz düşerse sokağa bakan tarafta; balkonda oturup camları açın. Bir sigara   yakın. Sonra tam karşınızda duran ve tavanından sarkan bir Atatürk portresi olan balkonu kestirin gözünüze..

No comments:

Post a Comment