Tuesday, March 12, 2019

Divit, Parşömen, Mürekkep.



  
 '' Çirkin bir kalemin denk gelmesi de güzeldir.
   Koskoca kalemler yığınından.
   Bir kadının ağzındaki -yatmazdan önceki- diş fırçasından, katladığı çarşaftan, geceye karşı içtiğin şaraptan daha güzel olamasa da.
   
   Saçlarını kızıla boyatmak kalbinin kızılını akıtacak zannedersin.
   Bu da salaklıktır.
   Bir anlık verilmiş kararlarının arkasına sığınamamakta ararsın bütün kızıllıklarının suçunu.
   Başka kızıllara kızarken, yazılarında ısrarla kelime şakaları yaparsın.
   Bu da bir çeşit salaklık.
   Yerli [(yersiz)] salak hissetmek de.

   Kadın sana bir kalem, bir de kağıt almıştır.
   Bir kalem.
   Bir kağıt.
   Kalem divit;
   Kağıt parşömen,
   Şarap kırmızı,
   Kadın güzeldir.
Kadının gözleri dalar, ağlayamaz.
Erkeğe ağlar, kadına ağlayamaz.
Sana ağlayamaz.
Yalnız kaldığında ağlar.
   Saz çalarken sigara yakan baban sağ köşende durur.
Yine de ağlayamaz.
Fotoğraf albümleri el değmelerinden orospu olur.
Anı kutularına tecavüz edilir.
Yine de.
Ağlayamaz.
Nefes kalmaz çok sigara içen öğrencilerin o kadar da çok havalandırılmayan odalarından kimseye.
Özlenen kimse kalmaz.
O kadar çoktur ki;
kimseye kalmaz.

Çokluğun hesabının yine aynı çokluktan yapılmadığı coğrafyalarda çokluğa bereket derler.
Karıncalara da.
Öğrenciyken buna kızarsın.

Yine de. Ağlayamaz.

   Aynı pencereden ''uzaklar'' diye baktığın yerler yakının olduğunda büyürsün. Ne hayatlar var'ı ''benim hayatım'' kıldığında uzaklaşırsın zenginliğin sefaletinden ve yine aynı durum uzaklaştırır seni özgürlüğün zincirlerinden. Köle oluşlarından.
   Verdiğin her karar bir köle olmaktır aslında ve sen öyle kızgınsındır ki bu köle olmalara bir önceki cümleye koyduğun virgülden önceki tırnak işaretlerinin kısıtlandırmalarına, satırlarını senden izin almadan kestirip atan satır sonu çizgilerine... 
Bile kızarsın.
Yine sen yazdığın için onları karşına alıp soramazsın.
Bu yüzden elinden geldiğince kısa kesersin satırları. Araya çizgiler girmesin diye. 
Bu yüzden tırnak içine almazsın önceden söylenmiş her sözü.

   Önceden söylenmiş her söz tüketilmiş, eskimiştir çünkü.
Bir şarapla bir plağın ortak yönlerinden biridir ki; eski güzeldir. Tırnak içine  alınan ne vardır ki güzelliğini yitirmemiş?
Bir kadını tırnak içine almakla; eski güzel bir sözü, eski güzel bir şarabı, eski güzel bir plağı tırnak içine almanın kocaman bir farkı vardır.
Yazar burada bu farktan bahsetmez.
Böyle şeyleri şair anlatır.
Çünkü sen ne anlatırsan anlat...
Hayır.
Öyle değil.
Şarabın bittiğinde yatarsın.

Şarabın sonsuz, eski ve güzel plakların sonsuz, kadının da
Sonsuz
Olduğu bir dünyada
Neşe Karaböcek'in kıymeti bilinmezdi ki.


Plakların taş cızırtısını uzaklara baktığın o pencereden tahayyül edemediğin kadar şimdiye büyüdüğünde; yıllar geçmiştir.
Yıllar, geçince değerlenir.
Kadınlar da
Şarap da
Plaklar da.
Asu Maralman da.
Yakılmış ve içilmeye boyun bükmüş sigaranın bıkmış kül uzunluğunda vardır bir tek; denizin geniz yakan kokusuna duyulan özlemini tüm ilklerini biriktirdiğin bir yaşına ya da bir şehre ya da bir odaya daha da acısı bir ana pay biçmenin şairane hüznü. 
Her durum birbirine dert yanar.

Yine de. Ağlayamaz.

Aynı şarap vişne tadı verir.
Aynı şarap ayrılık.
Sağındaki fotoğraf albümleri de önemli. 
Bazen İstanbul'u özletir.
Gittiysen Çanakkale'yi.

Kadın'ın yatağına gitmek istediğinde de kadını.
Yumuşatıcı kokusunu.
Şaşıracaksın ama,
Yine aynı şaraptır;
Mideni bulandıran.Uyutmayan, geceye baktıran, çirkin ama partizan bir adamın şiirlerini dinleten, izleten, susturan, söyleten...
Yazdıran bile
Aynı şaraptır.
Aynı kadındır.
Neyse.


Tek dişli canavarın ömrü yettiğince yanacağına lanet ettiğin en güzel ışıkların bile bir ömrü vardır.
Filozofların çağının hiç geçmeyeceğine olan inancını bile yıkabilecek güçte olduğuna inandığın kadının dahi; seni beklemeye dayanamayacak bir uykusu vardır.
En güzel çağların en güzel öncelerinden kalma optik illüzyonların bile seni yanıltamayacağına inandığın fotoğrafların;
İlkokul tarih çizelgelerinden beridir anı anılmayan uygarlıklarda tanısı icat konulmuş paranın aldığı kalemin,
Sokak lambalarının saat sınırlarıyla; kendisini tanımamasına küstüğü annesine küser gibi küsmüş bir küçük çocuk burukluğuna girmesine müsaade eden gecenin bile...
Bitmeyeceğini sanırsın. 
Kalem biter.
Gece biter.
Fotoğraflar biter.
Işıklar biter.
Plaklar biter.
Sabır biter.
İnsanlık biter
Aşk biter.
Sevgi, saygı biter.
Kadın.
Biter.

Yazmak bitmez. ''

Wednesday, February 21, 2018

YAĞMUR

   

   Elimizde avucumuzda olan sadece saatlerdi.
   Kıymetini bilsek de bilmesek de akmaya devam edecek olan saatler.           
   Ve bununla ilgili tek bir itiraz hakkımız başvurabileceğimiz bir merci bile yoktu.
   Mahkûmduk. 
   Elini tutup yürümenin ne kadar garip geldiğini ve bu kadar alışkın olduğumuz fikir bulutlarımızın bu kadar alışkın olmadığımız bedenlerine bu kadar yakında olmanın ne demek olduğunu ve bu kokuları daha önce hiç bilmediğimizi, gecelerce hayalini kurduğumuz gerçeklerin nefes kadar yakınımızda olduğunu ve o an hatırlamaya fırsat bile bulamadığımız diğer tüm şeyleri düşünecek vaktimiz yoktu.
   Meydan(‘)daki insan kalabalığından yaşça küçük kalplerimiz sonsuz sessizliğin gürültüsünden küçük artçılarla sallanıyordu. 
   Aşk insanın tüm sağlıklı duyularından beslenip onu sağır, kör ve dilsiz ediyordu.
   En azından bundan emindik.
   Yürüyecek yolların bitmeyeceğini bilmenin iç dengemize verdiği sükunet kendi sınırlarımızdan yarattığımız kafeslerdeydi.
   Birbirimizden asla saklamadığımız diğer tüm şeyler gibi ortadaydı, uzay-zaman bizim fizik ve kimyamızın çok dışında kurallarla işliyordu ve en kısa susmalar korkularla karışıp bu evrenin kaoslarına dönüşüyordu. 

   Kaoslar sınırlı saatlerimiz ne zaman dönmeye başlasa hep yağmur olup yeryüzümüze geri dönüyordu.

   Her şeyi durdurdu. Konuşmaya başlamadan önce durup nefes almaya tenezzül bile etmedi. 
   Bir insanın gözlerinden en uzağa ne kadar bakılabilirse o kadar uzağa baktı.

“ Biliyor musun, bebek gibi kokuyorsun. Yemin ederim!”

Dedi.



  Sınırlı saatler bitti, yağmur durdu; bebek kokusu geçti.

Friday, June 30, 2017

İntihar Üzerine


İntihara kalkışmak da bir intihardır. 
İntihara kalkışmak sonu ölümle sonuçlanmamış, yaşanmaya devam edilen hayatın intiharıdır.
Bir kez kesildikten sonra sonsuza kadar kanamaya devam eder ölüm düşüncesi. 
Acır ve zevk verir.
Ölümün orada olduğunu bilmenin zevki ve onu kontrol edememenin acısı.
Her an gelebileceğini bilmek mutluluklarından korkutur kişiyi, acılarından korur.
Kişi ölümle burun buruna gelecek kadar hayatından bir kez vazgeçtiğinde; ve o vazgeçmeyi istikrarlı şekilde ölümle buluşturamadığında, hayatının anlamı neredeyse yok olur.
 Bir şeylerin sonunu getirmeyi hiç becerememiş kişiler bilir; istikrarla sonuca ulaşmak her zaman kolay değildir. Ki bu da ölmek istemeye giden yolu süsleyen sebeplerden biridir, her zaman.
 Bir kez ölü olarak devam edilmek istenen hayattan geriye ne kalırsa, o kalır kişiden geriye. Bir kez ölü olarak devam edilmek istenen hayat, sürekli ve düzenli aralıklarla ölü olarak devam edilmek istenen bir hayata dönüşür. 
Bir kez ölmeyi istediğinde başka bir kez daha mutlaka istersin.
Daha önce en az bir kez intihar etmiş birinin daha sonra ölümü istemesiyle, daha önce ölümü istemek aynı değildir.
Ölmeyi gerçekten öylesine istemek çok zordur. Bu kadar çok yolu olan bir şey nasıl hem bu kadar kolay hem bu kadar zor olur?
'Keşke ölsem' demek ile namluyla saatlerce bakışıp tetiğe basamadan ağlamak, en az ölmüş olmayı istemek ile yaşamaya devam etmek kadar farklıdır.
İşte öylesine istenen bir ölüm gelmediğinde kişi hayatın kabus olduğunu ölü olmak istemeden öncekinden çok daha berrak şekilde görür. Ölmüş olmak istemek kişinin tüm duyularını daha keskin kılar. Tüm üzüntülerini daha gerçek kılar. 
Ölmüş olmak istemek bir anda bütün yaşayışları anlamsız kılar.
Tadı bir kez alınmış ve bir daha vazgeçilmesi imkansız duygular yaratan bir uyuşturucudur ölmek istemek. Tek fark daha sonra küçük dozlar almak için önce altın vuruş yapmak gerekmesidir.
Ölmeyi defalarca istemenin yolu en az bir kez intihar etmekten geçer.

Bir kez intihar eder insan. Ya ölür, ya ölemez. Ölmeyi ya ister, ya istemez.

Kızgın olduğunda içinde öldürdüğü o kişi, kendisi olur. Kendi kendini içinde öldürüp yaşamaya devam edersin.

İntihara kalkışmak ve ölememek bu sebeplerden en büyük intihardır.


Friday, August 28, 2015

'Daha Karanlık' Karanlık Varmış!

   Az önce yaklaşık 4 mahallede birden elektrik kesildi ve bu yüzden mükemmel bir karanlık vardı. Sokak lambaları bile yanmıyordu. Bütün sokağı ve görebildiğim her yeri baştan sona tamamen ilk kez karanlık görüyordum ve hayran olmuştum. Geceden utanmasam heyecandan çığlık atabilirdim... Tüm insanlık uyuyordu. Tek bir motorlu araç sesi yoktu. Dolunay vardı! Dolunay'ı görüp verdiğim tepkiler arasında diğerlerinden farklı olanı sadece bu gecekiydi. "İronik" dedim. Rüzgar şiddetli ve sesliydi, sadece gece öten böceklerin ve rüzgarın sesi vardı.
Külliyen boşlukta gibi, apocalypse filmlerinden birinin içine düşmüş gibiydim. Yalnızlığın orgazmı böyle bir his olmalıydı.
   Birkaç dakika hayranlıkla izledim.
   Sonra büyük sitelerden birini aydınlatan sıra sıra dizilmiş lambalar yandı sırasıyla. Ve sonra apartmanların açık kalmış tüm ışıkları. Elektrikle çalışan aletlerin -çıkardıklarını daha önce fark etmediğim- bütün sesleri tekrar canlandı, yine sırayla. Elektriğin geldiğini o an anladım ve büyülü göründü. Gerçekten büyülüydü. Sokak lambaları olduğum yere yaklaşarak sokağın başından itibaren yanmaya başladılar. Şaşkınlığımı kendimden bile gizleyemeyerek ellerimi ağzıma götürüp aptallar gibi izledim sadece. Sıra bana en yakın olan sokak lambasına geldiğinde karşı apartmanın camından yansıyan ışık gözlerimi rahatsız etti ve kafamı çevirirken Dolunay'ı gördüm.
   O lambanın altında yaşananları düşündüm.
   Bu gerçekten yaşandı.
   Buna neden bir tek ben şahit oldum?!

Wednesday, August 26, 2015

Kadın, gitme.

  Senelerce sizin olmuş bir adamın bir anda gidişinden daha acıdır hiç sizin olmamış bir kadının alıştırıra alıştıra gitmesi. Çünkü bir kadın giderken de güzeldir. Giderken de saçlarının rengi aynıdır ve yine güneş vurduğunda o çok sevdiğiniz gölgeleri gösterir kendini, yine hayran bırakır. 

   Hamlet'ten bir tirat.

   Hiç benim olmamıştı. "Gitmem gerekiyor" derken ve "anlatmak istiyorum sana, senelerce" derken olmuş olabilir. En azından benim olduğunu en yoğun hissettiğim ama yine söyleyemediğim... neyse. 
   Gitmesi gereken bir kadından daha meczup biri varsa o da gitmek istemeyen ama gerçekten gitmesi gereken bir kadındı. Bir kadının kaldığı sürece tehlikeli olduğunu bir kadın değil de kim bilebilirdi.

   Yılmaz'dan bir şiir.
  
   Elbette kalmak isteyen bir kadın. Gitme demek asıl öyle anlarda zordu. Gitme demek çirkindi! Gitmek güzeldi. Kadın güzeldi, çok güzeldi. Giderken nasıl olur merak ettirdi. Nasıl gitme diyebilirsiniz ki saçlarının arasında bir gece yarısı karanlığında bile gölgeler olan, hiç görmediğiniz bir kadına. Nasıl gitme diyebilirsiniz ki görmeden, körken. 

   Sezen'den bir şarkı.

   Kaçınız bir körü gitme derken gördü. -Daha kör olup olmadığınızı bana değil kadına ispatlayın, zira o gitmiyordu geliyordu.-
   Hem kördü hem gelmekteydi hem gitmesi gerekiyordu. Bu kadar özrü birarada bulundurduğu halde, sabaha karşıydı, hala gölgeleri vardı; yüreğinde. Hala anlatmak istiyordu delicesine bir sarartı varken Ay'ın üzerinde. 
Ama gitmekle yetindi.
Kadınlar bazen sadece tek bir şeyle yetiniyorlardı, kendimden biliyorum. 

   Saçlarından bir gölge.

   Gitme.

Sunday, June 7, 2015

Prenses


 


   Balkonda.
   Sadece yüzü birbirine bakan iki sandalye bir de kırmızı bayraklı Atatürk portesi. Onu da beraber asmışlardı.
   Bundan yıllar önceydi.
   O zaman saçları bu kadar beyaz,yüzü böyle buruşuk, kalbi böyle yarım değildi.
   O zaman, o vardı.
   Sokağın karşısında bazen o kızla beraber bazen tek başına gelen ve bazen bira bazen viski içen oğlanlara bakıyordu, göğe sonra.
   O saniye yaşananların bir anı olduğunu onun dışında kim bilebilirdi.
   Söylemek isterdi. ''Heeeey!! Yaşıyorsunuz!!!!''
   Avazı çıktığı kadar bağırmak isterdi. Bunları asla unutmayacaksınız..
   Onun yerine gülümsüyordu.

Hep gülümsüyordu.
Hep.

   Dünya gezegenine yıllar yılı düşüp kalkan onca gülümseme arasında en kanayanı buydu. Bu olmalıydı. Bütün duyguları yok edebilecek kadar güçlüydü. Saniyeler içinde ağlatabilirdi. Güldürebilirdi. Yok edebilirdi.

   Bazen sandalyeye oturuyordu, balkonun paslanmış demirlerine, sandalyelere, mermere konan kuşlarla konuşuyordu, onları besliyordu..gülüyordu. 
Ancak kendisinin ve bir de onun anlayabileceği kadar ağlıyordu gülüşü. O kadar ağlıyordu ki bazen insanlar aslında gülmediğini anlayacak diye korktuğundan balkonun kapısını kapatıp içeri giriyordu. Bir küçük oda vardı balkonun gerisinde. Bir sedir, bir dikiş makinesi. Onun kıyafetleri vardı. Onları söküp tekrar dikiyordu..gülümsüyordu.
İki tane örgüsü vardı bembeyaz saçlarında; biri sağındaydı, biri solunda. Saçları ve gülümsemesi birbirine öyle yakışıyordu ki yüzüne bakınca kendisini değil onu görüyordu. Ve öyle yakışıyordu ki örgülerini hiç açmıyordu. 
Saçları hiç dökülmesin, gülümsemesi hiç kaybolmasın diye. Ondan kalan diğer bir kaç şey gibi.
Bir çiçekleri vardı. Beraber bakıp büyüttükleri. Onunla ilgileniyordu, su veriyor, dertleşiyordu..gülümsüyordu.
Evin karşısındaki o barda, ikisi görünüyordu hep. 
Bazen beraber özellikle oraya giderlerdi; evden çok uzak olmayı sevmediklerinden. Özellikle onu çok korkuturdu evden uzak olmak. Kaybolmak gibiydi. Hem beraber o barda oturup karşıdaki balkonda duran Atatürk portresine bakardı ''Büyük adam.'' derdi. Sonra gözlerine bakardı.
Gülümserdi.

   Önce sen öleceksin ben değil derdi.Biliyorum yaşayacağım seni,senden sonra. Bu evde,seninle...gülümserdi. Yanağını avucunun içine almayı ve ellerini çok severdi. O günden sonra; gittiğinden beri ilk özlediği şey elleri oldu. 

   Neredeyse hiç çıkmadı. Bir tek balkona. Soldaki kırık sandalyeye. Kırık olduğunu ona hiçbir zaman söylemedi. Diğerine otursun isterdi. Sonraki, o güden sonra, her gün de yine o sandalyeye oturdu. Kimse onun kırık olduğunu ve diğer tüm eyleri ve sökülüp dikilen kıyafetleri bilmedi.

   Üzerinde kırmızı bir şalı, bembeyaz örgülü saçlarının arasındaki çemberi ve yüzündeki korkunç sancılı gülümsemesiyle, ve onunla beraber balkonun kapısını kapatıp içeri girdi. Radyoyu gözüne kestirdi. Sedire oturdu. Ne kalkıp radyoyu açacak kadar neşeli ne de o günü düşünüp ölene kadar ağlayabilecek kadar kahır doluydu.
   Biliyordu onun için de gelecekti.
   Ölüm.
   Ölüm gelecekti ya.
   Gelmesi gereken; saçlarının eski rengiyle beraber günün birinde geri gelecek miydi?

Bir plak koydu. Elleri bu şarkıyı her dinlediğinde ve aklına onun ismi ne zaman gelse böyle titriyordu.
Bu çok hoşuna gidiyordu. 








    Kadıköy- Hera'ya yolunuz düşerse sokağa bakan tarafta; balkonda oturup camları açın. Bir sigara   yakın. Sonra tam karşınızda duran ve tavanından sarkan bir Atatürk portresi olan balkonu kestirin gözünüze..

Friday, March 27, 2015

Unutuluş Melekleri'nin Hikayesi



   İsimlerinden de anlaşılacağı üzere Dünya tarihindeki hiçbir kabilenin uygarlığın, milletin ya da devletin  farkında olmadığı meleklermiş Unutuluş Melekleri. Bilenler bilmeyenlere anlatmamışlar ve bilenler zamanla öldükçe; melekler bilinirliklerini yitirmişler belki de. Bunu hiçbir zaman bilememiş bu hikâyeyi bilip nesillerce anlatan 'bilenler'. Bu sebeplerden ötürü 'bilenler' -ki biz onlara bu hikâyede bilenler diyeceğiz- onlara aynı zamanda Unutulmuş Melekler de derlermiş. Çünkü unutulmuş meleklermiş onlar...

   Melek olmalarından da anlaşılacağı gibi bulutların üzerinde yaşarmış Unutuluş Melekleri. Sıradan bulutlar değilmiş yalnız; kümülüs bulutları olmalıymış özellikle. Nedenini ne onlar ne de bilenler bilirmiş. Havanın güneşli olduğu vakitlerde güneş bu kümülüslerin altına vurmazmış ve bu yüzden gri görünürmüş dünyadaki bilenlere bulutlar. O zaman anlarmış bilenler meleklerin uyandığını. Çünkü melekler bir tek bulutlara güneş vurduğunda gösterirmiş kendini bilenlere. Güneşli havalarda bilenlere bakan yüzü gri olan bembeyaz kümülüslerden sızan huzmelerle yeryüzüne değermiş melekler. Yeryüzünde hiç bitmeyen ve sonsuza kadar devam edecek görevlerini yapar ve sonra güneşli havaların bitmesine yakın grileri beyaza döndüğünde bilenlere yakın yüzü bulutların; gidermiş melekler.
   
   Yeryüzüne değmelerinden anlaşılacağı üzere görevleri varmış meleklerin. Masum herhangi bir varlık yeryüzüne değiyorsa ve gitmeyi bekleyecek kadar uzun katlanıyorsa buna; mutlaka en az bir görevi olduğuna inanırmış bilenler. Meleklerin masum olduğuna da inanırlarmış. Kendileri de masummuş çünkü. Sadece kendileri bilirmiş neyin masum olduğunu çünkü onların masumuymuş o ve onların bilen olmasının ehemmiyeti bundanmış. Yalnız kendilerinin bildiği bu meleklere ve henüz yeni doğanlara masum dermiş bilenler. Çünkü yeni doğanları masumlaştıranın da melekler olduğunu bilirlermiş. Meleklerin görevi buymuş. Yeni doğanları izlerlermiş beyaz kümülüslerin üzerinden ve vaktin gelmesini beklerlermiş. Ne zaman bilenlere bakan yüzü gri olursa bulutların o zaman hava güneşli demekmiş ve güneşli havalarda huzmelerle inerlermiş melekler. O zaman yeni doğanlara dokunma zamanıymış ve bilenler bunu da bilirlermiş. Beklerlermiş meleklerini ve yeni doğanları melekler için kucaklarında olurmuş. Melekler huzmelere sıkı sıkıya tutunurmuş tek elleriyle. Diğer elleri yeryüzüne uzanırmış yeni doğanlar için. Üst dudaklarının burunlarıyla arasına ince ve narin parmaklarını en az huzmeler kadar belli belirsiz dokundururlarmış; yeni doğanların.

   İsimlerinden de anlaşılacağı üzerine unutsunlar diye yaparmış melekler bunu. Yeni doğmadan önce ne varsa yasakmış yeryüzünde. Geleceği hatırlamak ve yeni doğmadan önceki geçmişi hatırlamak ve bilenlerin bu hikâyeyi anlatırken hatırlayamadıkları bazı şeyleri daha hatırlamak yasakmış. Her yeni doğanın yeni doğmadan önceki geçmişinde bir Unutuluş Meleği olurmuş. Meleklerin yeni doğanlara unutturduğu şeylerden biri de buymuş ve bunu da bir tek bilenler bilirmiş. Her Unutuluş Meleği doğmadan önce bir de orada dokunurmuş yeni doğanına burnuyla dudağı arasında kalan yerden. Bunun bir önemi yokmuş aslında unutuluş açısından. Bilenler masum olan şeylerin yeryüzüne inmeden böyle vedalaştıklarına inanırlarmış aralarında. Yeni doğanların unuttukları şeylerden biriymiş bu da.

   Bilenlerin varlığından da anlaşılacağı üzere hepsi unutmazmış yeni doğanların. Bazı melekler masum olmadıklarından mıdır güçleri kalmadığından mıdır bilinmez sıkı sıkıya tutunmazlarmış huzmelerine ve öylece dokunurlarmış yeni doğanlarına. Böyle yeni doğanlar unutmazlarmış. Unutulmuş Melekler olurmuş o melekler. Ve böyle yeni doğanlar, ‘bilenler’ olurlarmış büyüyünce. Çünkü onlar unutmazmış. Geleceği, yeni doğmadan önceki geçmişi ve kendilerinin o anda hikâyeyi anlatırken hatırlayamadığı şeyleri de; unutmazlarmış.

   Huzmeler silindiğinde, gri rengi beyaza döndüğünde yeryüzüne bakan kısmı kümülüslerin ve melekler çekildiğinde yeryüzünden; masum olmayan hiçbir şey kalmazmış. Yeni doğanlar hatırlamazlarmış yeryüzünde hatırlanması yasak olan şeyleri,  bilenler hatırlarmış elbet ama kendileri de masummuş çünkü kimse bilmezmiş onların unutmadığını.

  Yağmurlardan da anlaşılacağı üzere bazen ağlarmış Unutulmuş Melekler. Huzmelerine sıkı sıkıya tutunamayan meleklermiş onlar. Şaşırmazlarmış ağlamalarına çünkü çok iyi bilirmiş ki bilenler; masum olan şeyler hata yapmayı sevmezler.