Friday, June 14, 2013

Böyle biri değilimdir.

''Ben böyle biri değilimdir. Birileri şimdi gitsin, yine eski ben olurum. Hayatı bir çemberin içinde geçen, kimseyi çemberin içine almayan, yok birisi olurum. Bu hep böyleydi. Küçüklükten beri içine kimseyi almadığım bir alan var. Vardı. Değiştim. Çember kırıldı. Bugün arkadaşım bana anlatırken içimden ağladım. Kendi çemberini ve içindeki sarı ışıkları anlatırken. Çünkü onun da çemberi kırılacak. Çünkü o çember geçirgen. Gelen herkes geri gidiyor. Anlıyor musun? Herkes gider. Ben de herkes gitsin isteyen biriydim ya; gözüm gibi bakardım çemberime. Bak bir sonraki cümleyi düşününce midemden yukarıya doğru küçük bir elektrik akımı hissettim... Gerçekliğine inan. İnan ki; insanları sevdiğim her gün o çemberi parça parça yok ettim. Daha önce bana gelen rengârenk ışıkların hepsinden daha şiddetli ve daha renkliydiler. Ve biliyorum, bu böyle olacak. Hissettim. Hissediyorum. Çünkü özel olunca hissedersin. Bir şekilde emin olursun. Ve emin olduğum diğer şey; hep böyle, tam olduğum yerde kalmayı umduğum. Sürekli düşünüyorum. Ben kesinlikle deliyim. Delilik ne demek, kim deli kim dahi bilmiyorum. Bu ikisinin arasında kalmış bir ömür geçiriyorum. Korkunç acı çekiyorum. Kim olduğumu, ne olduğumu, niye ve nasıl gibi diğer bütün soruları sürekli, ama sürekli soruyorum. Peki sen... 
Sen nesin? Nereden geldin? Biz bu gezegene ne yapmaya geldik? Herkesin bir görevi mi var, yoksa gerçekten bunu böyle tasarlayan birileri; bir tanrı mı var? Niye geldin? Niye tanıdım seni? Ne yapacaksın bana? Birbirimizden almamız gereken ne var? Yaşamamız gereken neler var? Daha bilmediğimiz ne var? En büyük çember bütün evrenler olduğuna göre; çemberin dışında kim var? Bütün bunları bize yaptıran, söyleten, düşündüren... Bir ışık süzmesi mi? bir şey olamayacak kadar sıvı mı?
Milyonlarca fikir var. Ve bence hepsi renksiz hayaletler gibi uzay boşluğunda oradan oraya sürükleniyor. Sadece hep bende kalacağına emin olduğum bir fikir, o hiç çıkmıyor içimden. Damarlarımdan birine tutunmuş kanserli bir hücre gibi; oksijenin nasıl koktuğunu ne zaman merak etsem büyümeye, çoğalmaya devam ediyor. Bir gün o kadar büyüyecek ki; sorduğum diğer bütün soruları ve çemberimin kalan kırıntılarını ve diğer tüm insanları ve boşluğu yutacak. Yok edecek. O düşünce çok ağlatıyor beni. Adını bilmiyorum. Ama ne zaman içime düşse odama kapanıyorum çünkü titreme alıyor. Deliyim dediğimde inanmıyorlar, biliyorum ama bu böyle. Ve o düşünce geldiğinde kontrol edilemez bir istek oluyor. İstiyorum ki; tanımı yapılabilecek hiçbir 'şey' bulunmayan hiçbir yerde tek başıma kalayım. Bir düşün; uzay boşluğu bile aslında boşluk değilmiş biliyor musun? Negatif enerji dedikleri lanet şeyle dolu. İşte ben o düşünce geldiğinde; uzay boşluğundan ve diğer tüm boşluklardan daha boş, bomboş olmak istiyorum. 'boş' bile olmayacak kadar...
Bu imkânsız mı? Biliyorum, değilse bile yakın. Ama bir gün olacak. Sanırım o gün normal insanlar bana beyaz önlüğü giydirecekler ama... O kadar mutlu olacağım ki. Kendimi bulmuş gibi. Var olmak ve yok olmak... Hem de aynı anda, aynı yerde.
Korkmuyorsun değil mi? üzgünüm. Ben yolda yürürken, yemek yerken, nefes alırken... Hep böyleyim. Bu beyin hiç diğerleri gibi olamıyor. Üzülüyorum. Onlar gibi olmak istiyorum. Bak anlamaya çalış bunu; sanki bir bilgisayar oyununun içindeyim ve onlar programlanmış gibiler. Ana beyin tarafından yönetiliyorlar. Bense, sihirli dizilerde olur ya; bilgisayar oyununun içine gönderilen insan... Onun gibiyim. Anlıyor musun? Yürürken şüpheleniyorum. Mavi renk bana kafayı yediriyor. Emin değilim, mavi aslında yok. Hiçbir renk yok. Herkes aynı zannediyor renkleri çok salaklar, değil. İnan bana değil. Dikkatli baktığımda görüyorum her şey şeffaf. Gökyüzünün aslında mavi olmadığını öğrendiğimde günlerce ağladım. Denizlerden yansıdığına inanmıyorum. Çünkü her şey şeffaf. Büyük çembere bu kadar rengi yansıtabilecek bir şey yok. Turuncuya inandırmaya çalıştım kendimi... Ama o da şeffaf. 
Her şey şeffaf ve saydam.
Bu yüzden bunları sorunca aynada kendimi göremiyorum...
Bambaşka evrenler görmek isterdim. Sorular sormadığım. Kendi boşluğumu aramadığım, renklerin olduğu farklı evrenler. O zaman da ben; ben olur muydum?
Bilmiyorum. Diğer her şey gibi.'' 
Sen de okuyor musun? Hep seni sevdiğim için yazmıştım bunları. Haberin olsun.

Tuesday, May 7, 2013

Nazım Hikmet


Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen;
Gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
Odanda ocağın üstüne korsun
İçinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
Ki içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
Vazgeçtim toprak olmaktan,
Vazgeçtim çiçek olmaktan
Senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
Yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
Kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
Külümün içinde külün
Ta ki bir savruk gelin
Yahut vefasız bir torun
Bizi oradan atana kadar...
Ama biz
O zamana kadar
O kadar karışacağız ki birbirimize,
Atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz;
Yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
Bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
Sapında muhakkak
İki çiçek açacak :
Biri sen
Biri de ben.
Ben daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,
Ama sen de; beraber...

Monday, April 15, 2013

Bazen olur böyle.

   Rüzgârdım işte. Rengim,cinsim,şiddetim... Ne fark eder. En basit tanımla;kendi kendine zarar verir bir rüzgar. Hadi oradan! Kendime zarar veriyormuşum. Bu çok umurumdaymış gibi...
İnsanlar sadece kendileri kadar varlar. Kendi rüzgarları, kendi  paralel ve meridyenlerinin oluşturduğu parmaklıklar kadar...
   Öyleydi. Kızgındım.
   Oldukça köfte kokan...bir köfteci. Evet, oldukça köfte kokan ve oldukça köfte satan bir köftecide; kızgındım. En az benim kadar kızgın yağın sesi, içerideki -dışarıya oranla- sıcak havanın ormana ve yağan doluya bakan pencereyi buğulayıp, büyülediği köftecide; kızgındım.
   Bir şeye değil; bir hiçe. Belki riyakar insanlara. Gerçekleşmeyen hayallere -aslında sadece hayallere-. Tersi çıkan rüyalara. Zor ideallere. Az pişen köfteye. Karabibersiz domatese. Soğuktan donan; ama asla üşümeyen ellerime.
   Kızgındım.

+Başka bir şey?
-İstemem, sağ olun.
+Ama s-s siz, böyle...
-Yo, üşümüyorum.
+Afiyet olsun.

Wednesday, April 10, 2013

Mal olucam ben.


Madem tanrıya inanmıyorum, neden intihar etmiyorum diye sordum kendime.
Demek ki bu dünyada sevdiğim bir şeyler var. Öyle olması lazım. Zaten insanın kendi kendine zarar vermek istemesini çok gereksiz bulmuşumdur hep, e hayat zaten yeterince zarar vermekte. Ama bu sorduğum cevabını bildiğim sorulardandı. O yüzden çekinmedim sormaktan. Demek ki o kadar saçmalığa rağmen hayat güzel. Bu enteresan.
Kendimde hoşlanmadığım değişiklikler var. ''Noluyo la bana'' syndrome. Yok ama, karamsar düşünceler canımı sıkıyor, güzel işte yaşamak. Güzel de, kimse seni anlamayınca yorucu. Dert anlatamayınca yorucu.
Anlamsız hissetmek yorucu.
Ya cümlelerim yetersiz anlatmak için fikrimi, ya da fikirlerim değersiz.
'Birileri hakkımda ne düşünür' diye düşünmeye,kendimi hemen değil de yavaş yavaş,diğerleri gibi öldürmeye karar verdim. Diğerlerine benzemiş gibi yapmaya. Onların da fikirleri varmış gibi, yanlış olan benimkilermiş gibi, kamufle olmak en iyisiymiş gibi...
Kısaca kim ne derse inanmaya karar vermiş olabilirim.
mal olucam ben.
en sağlıklısı.

Sunday, March 24, 2013

Martı Olmak

Beni bulsunlar.
Bir buğday tarlasında kaybetsinler.
Hasat zamanı beni ayırsınlar.
Varsın yaksınlar,
Küllerimi; hiç başlamayan geçmişime karsınlar.
Alsın, pirinç tarlasına çalsınlar.
Geleceğimi asırlık bir sobanın;
İslerine anlatsınlar...
Tahta evin alçak çatısına,
Yarasaların köhne yuvasına sorsunlar.

Beni alsınlar.
Evvela paklasınlar.
Ağlasınlar, gözyaşlarıyla korkutsunlar.
Sarımsaklar assınlar kapı kollarına.
Kaçıp gitsin diye...
Varsın geçmişi ileri gider sansınlar.

Beni görsünler.
Çıplak ayaklarla yollar yapsınlar.
Kendilerini izleyip hayıflansınlar.
Varsın toprağım humuslu olsun.

Beni gömsünler.
Arkamdan ezan sesini severdi desinler.
Varsın imansızlığımı bilsinler.
Söylensinler.
Daha da uyanmaz sansınlar.

Beni sarsınlar.
Varsın beyaz bana yakıştı sansınlar.

Beni yazsınlar,
Hiç, okumasınlar...

Wednesday, February 27, 2013

Çıtlayan Kozalakların Kırmızı Sesleri ve Yeşil Kokuları.

  Kendimi ait hissedebileceğim bir çocukluğum olmamış. Olmadı.
  Hatırlanan sahneler kötü,yalnızca kötü. Geri dönmek isteyeceğim bir geçmiş, bir gün öncesi yok.Hiç bir yere ait olmayışım,göçebe ruhumdan değil, göçebe geçmişimden. Zamandan zamanlara göçen....Hiç bir zamana ait değilim.Hiç bir yere ait değilim. Belki sadece deniz. Deniz olsun, sen ol. Deniz olsun ama,olmazsa...boğulurum. Sen olmadan da öyle.Geçmişin geçmişim olsun. Bana ait olan ne varsa (ne varsa) zaten senin...
Senin sadece bambaşka yerlerdeki bambaşka çocuklukların benim olsun.

Saturday, February 9, 2013

Mars'a Çarpmayan Kuyruklu Yıldız Adına

   Yazmak istemiyorum.
   Buna değen bir milyon tane 'şey'in arasından hiçbiri öne çıkmıyor. Beynim, Büyük Kanyon'u ve aynı anda bir kaç büyük şeyi daha içine alabilecek büyüklükte bir çukur; ve ben her kürekte boşa salladığım bileğimin acısını yaşıyorum. Sanki savurduğum her darbe büyük harabeyi doldurmak yerine, geri döndürülemez bir pozitif enerji çukuru yaratıyor.
   Ve bu çukurdan milyarlarca var.
   Su kadar sakin değil elbet. Tabi ki değil... Lav olmalı. Böyle bir karmaşayı yaratabilmek için sıcak; sıcak olmak için ta derinden,magmadan kopup gelmiş olmalı. Ya da Venüs. Aşk tanrısı...
   Kendim yaratmadım. Tıpkı evren gibi bilgim dahilinde değildi. Belki de öyleydi. Ve belki yaratılış oyununun açılış perdesinde bir melek, bir unutuluş meleği geldi. Ve beni unuttu. Bu yüzden ben unutmadım. Bu yüzden hatırlıyorum her şeyi...
 
   Çukuru.
   Lavları.
   Sıcağı...
 
   Her çukur, zamansızlıkla birlikte yaratılmadıysa, kendi hacmine eşdeğer bir tepe yaratır.
   Peki ya tepe? Onu neden hatırlamıyorum...
 
   Geleceği neden hatırlayamıyorsam, aynı sebepten olacak.

Wednesday, January 23, 2013

Bira Köpüğü Acıdır.



   ''Bugün yine oraya gidiyorum. Malum yere. Cehenneme. Dibine.
   Fark ettim ki –aslında çok kısa bir zaman önce, dün- bütün gitmelerim orada son buluyor. Başlayan bütün yollar oraya başlamasa bile orada bitiyor. Gördüğüm her rüyanın sonunun kahverengiyle bittiği gibi.
   Yola çıkmazdan önce eski botlarımla yağan kar miktarı; yağan kar miktarıyla sahil soğuğu arasında bir algoritma üretilip üretilemeyeceğine dair bir denklem çözmekle meşgul oluyorum bir süre. Sonra hiçbir bok beni yola çıkmaktan alıkoyamıyor ve bir sikime benzemeyen ayakkabıları geçiriyorum ayağıma. Üzerime fazladan bir şeyler giyinmeyecek kadar üşümüyorum.
   Bazen olur böyle.
   Çok üşürsem iner yürürüm(!) diyorum. Sonra zaten gittiğim o yere hep yürüyerek gittiğim aklıma geliyor ve yine, o soğukta, kendime lanet ediyorum. Hava o kadar soğuk ki kendime lanet ederken bile üşümüyorum. Validemin evden çıkmazdan önce uzattığı yeşil yirmiliği ne diye almadığımı düşünüyorum. ‘’Ne sikik bir beynim var. Bir insan ancak bu kadar bencil olamaz.’’
   -Beş lira. Sadece beşlik yeter.
   Sahile inmezden önce, tenha, lemur sürülerinin yıllık intiharlarını gerçekleştirirken arada uğradıkları, loş sokaklardan birinde; sessiz sakin, ışıkları sönük ama kapısı açık olduğundan dehşet verici bir ironisi olduğunu düşündüren bir bar görüyorum. Derin ve acı bir… ‘’Siktir!’’ çekiyorum içimden ve aynı zamanda dışımdan. ‘’Verdiğim söze lanet olsun.’’
   Kararmaya yakın hisseden bir havanın altında, aydınlanmaya yakın hisseden sokak lambalarının henüz aydınlatmadığı sokaklardan birinde, sağ tarafından gelen cızırtılı ve agnostik sesler yüzünden az sonra sert bir darbe yiyecek olan kulaklıkta aptal bir Kızılderili melodisi çalıyor ve ben yürüyorum.
   Banka ne ara oturduğum kısmını tam olarak kestiremiyor olmanın verdiği huzursuzluk; bira şişesine çevir-aç kapak yapmaya yeltenen yaratıcı insana engel olmayan zihniyetlerle soluduğum havayı paylaşmanın verdiği huzurun birbirini yok ettikleri an, anlamsız acı bir tebessüm oluşuyor. Bu nötr havayı; hem dudaklarıma değen bira köpüğü, hem de zihnimde evden çıktığımdan beri hiç susmayan iki insan, sessizce hava olan bulutlar gibi dağıtıyor...
   Ve hava, o kadar soğuyor ki; ben o iki insanın gerginliğinden bile üşümüyorum!
   -Artık içme, bu canını yakmaya başlayacak.
   +Canımın yanması canımı yakmıyor.
   -Bu sana zarar veriyor anladın mı?
   +Düşüncelerim de bana zarar veriyor. Onları da mı içmeyeyim?
   -Saçmalamayı kes! Düşünceleri içemezsin.
   +Kurduğun cümlelerdeki emir kiplerinin bende bıraktığı bira köpüğü acısına rağmen mi? ''

Bilinmeyen bir kitaptan ufak bir alıntı...

Monday, January 14, 2013

Oku!

Bugün bir arkadaşım yanıma yanaştı, sıramın üzerinde duran okuduğum kitabı eline aldı.. Ve dedi ki;

                                                   '' Ne boş işlerle uğraşıyorsun. ''
    Ona sadece;
    Okulda bize öğretilenlerin ''Eveet siz bu yalan yanlış, yarıdan fazlası daha yasa bile olmamış hipotez-teorilerle ayakta uyuyadurun, biz o sırada yarının büyükleri gençlerin uyumasından,cahilliklerinden fırsat bilerek ülkeyi şeriata yürütelim. Haydi kolay gelsin. Aa bir de bir de okusanız da bir bok olamayacaksiniz canlarım çünkü ülkemizde nice güzellikler yapan aydın bilim adamlarının ağzına sıçtık.'İnsanlarımızı fazla eğitiyorsunuz köleliğimizden çıkacaklar, çok oldunuz.Yok size bilimsel malzeme falan. Gümrük de benim gümrüğüm almıyorum ülkeden içeri teçhizatlarını, çok istiyorsan sen git.'dedik. E onlarda haliyle bilimlerini yapabilmek için dış ülkelere gittiler, adlarını vatan hainine çıkardık.
   Aralarından öğretmen olanlar oldu, onları atamakla vakit kaybetmedik, onun yerine kızlarımızı danışmanlığa getirdik 52.000 lira maaş bağladık.
   Aralarından doktor olanlar oldu, onlara doktor olana kadar neler ettiğimizi anlatmıyorum bile.
   Aralarından sanatçı olanlar oldu, onları 'elini suya sabuna sürme, eserlerinde çiçekten böcekten bahset, senden iyisi yok' diyerek sınırlandırdık.
   Aralarından spora merak saranlar oldu, tam spor kardeşliktir, ilgi alanlarının en temizidir ooh mis dedikleri anda patlattık şikeyi, siyasetimizi spora da bulaştırdık.
   Aralarından pozitif anarşist gençler çıktı, siyaset bilimlerine, farklı ülkelerin ideolojilerine merak sardılar...Aman allahm, hemen tövbe etsinler tü!
   Aralarından yalnızca kendi ülkemizle ve bizim tarihimizle ilgilenenler oldu, onlara verdiğimiz kitaplara kendi yorumlarımızı katmaktan hiç çekinmedik.Tabii bunun yanında elimizden geldiğince içinde öğrenci bulunan mekanlarda ''Atatürk, vatan, millet, Cumhuriyet '' gibi temaları soyutlamayı da ihmal etmedik.
   Aralarından islamiyeti okumak, bilmek isteyen ilahiyatçılar çıktı, onların okullarında bilim öğrenip yoldan çıkmamaları için bir olduk Tübitak'a Evrim gibi kanıtlanmış bir yasayı yalanlattık. Evet, biz devletiz,yaparız.  
   Aralarından yalın anneler, babalar çıktı, onlara 'ülkemizin maddiyatından mütevellit bakamayacağın üç çocuğun olmalı ki okumayıp bunlara katlanmadığın için senin de hayatın zehir olmalı' dedik.
   Ama olsun.
   Bütün bunları hiçbiriniz bilmiyorsunuz. Çünkü siz sadece bu ülkenin okuma oranlarıyla ilgili istatistiklerini artırmak için okuyorsunuz. Yani yine bizim için... Sakın sizin hayatınızı şekillendirmemize izin vermekten vazgeçmeyin ve şimdi olduğu gibi kendinizi geliştirmeyin, hiçbir konuda. Siz okul derslerinizin 5 olmasına, kazandığınız üniversitenin adına, ve size sadece başardığınızda sahip çıkacak insanların söylediklerine bakın. Çünkü bunlar, sizleri tam da bizim istediğimiz gibi   uyuklayan köleler haline getirecektir.'' den başka bir şey olmadığını söylemek isterdim. Hepsi bu.Ama o bunu anlamazdı.
   Ona ''Herkes okuyacak değil ya, üç çocuğa da öyle ya da böyle bakılır...'' dedim.
   Sanırım beni deli sandı.


Friday, January 4, 2013

Siktir et.

   Hadi gidelim ya... Olimpos'a gidelim. Taş, beton yolların sonunda varılan sonsuz kum tanelerinin özgürlüğüne gidelim. Tuzlu su genzimizi yakıp öksürükten geberene kadar, ayağımıza batan deniz kabukları ayağımızı kanatana kadar yürüyelim. Saçlarımız suyun üstünde kalana kadar, su üstünde kabarcıklar olana kadar, dalgakırana varana kadar uçalım. Geri dönerken donalım. Taş evler görelim yolda, durup fotoğraflar çekelim kadraja o evlerin girmediği. Gökyüzünü ve denizi aynı anda çekelim. Sonra o makine piksellerine ayrılana kadar darp edelim. Atıp sektiremediğimiz taşları bulmak ve yok etmek için tekrar girelim buz gibi suya. 

   Adını bilmediğimiz semtlerde adını bilmediğimiz sokaklarda kaybolmaktan korkalım, korkumuzdan durmadan gidelim. Sürekli korkmaktan özgür olmanın ne demek olduğunu yazalım afiş ve reklamın yasak olduğu her duvara. Oralar boş kalmasın diye. Adını bilmediğimiz binaların merdivenlerinde uyuyakaldığımız için sabah 20 yaşındaki yaşlılardan azar işitelim. Onlara bakıp ''dünya yörüngesinden fırlayacak'' diyelim. Saati bilmediğimizden hiç, hava kararmaya dönünce uyanalım. Işıktan ve gürültüden, sonsuz neşeden sıkılıp uyuyalım saat altıkırkbeş'te. Sonsuz geceye doğalım her 'sabah'. 


Siktir et bunları. 


Hadi gel... Olimpos'a gidelim. Bir banka oturup dönme vaktini bekleyelim.