Wednesday, October 24, 2012

Tesadüf

Tesadüf yoktur.
Olması gerekenler vardır.
Olgular.

   Yer, zaman, mekan ibareleri yalnızca bizim kurgumuzdur. Asıl olan olgulardır. Hayatın akışı sırasında meydana gelmiş olgular... Hayatın bir yörüngeye girmesine sebep olan olgular, doğru veya yanlış, iyi veya kötü o hayatı hayat yapan olgular. Bu bir bakıma 'kısmet' kavramının varlığını hiçe saymak gibi görülse de; tam aksi, onun varlığını destekleyici bir görüştür. Bir şey sadece olduğunda değil, çoğu zaman olmadığında etkiler hayatın akışını.

   Olguların hayatımızı değiştirmesine izin vermemizin tek sebebi onların olgu olduğu konusundaki farkındalığın bizden çok uzaklarda kalmasıdır. Biz onların tesadüf olduğunu düşünürken akıp giden zaman; kaçırdığımız fırsatları bir daha önümüze koymamak üzere kendiyle birlikte alır götürür. Buna izin veren yine, yalnızca biz oluruz.

   Kaçırılan fırsatlarla kaçırıldığı sanılan fırsatlar arasında ise uçurumlar vardır. Bir olgunun olmayışı, bize kaçırdığımız milyonlarca fırsatı çağrıştırsa da; aslında bunların 'kaybetmediklerimiz'le arasında standart bir oran vardır. Olgu gerçekleşseydi olacaklar ve gerçekleşmediği için olmayanlar arasında...

     Kütlenin korunumu diye bir şey hiç mi duymadınız?!

   Bütün bu karmaşanın içinde şüphesiz doğrulanabilecek, hatta ispata bile ihtiyacı olmayan bir realite varsa; o da şudur ki;

   Tesadüf diye bir şey, yoktur.
   Eğer varsa; onun da bir olgu olduğu konusunda hiç şüpheniz olmasın.

Sunday, October 21, 2012

Her şey standart...

   Burası yine çok sıcak. İnsanlar yine çok sıkılmışlar. Sıkılmış olmalılar. Yoksa neden sahilde boş bulduğu tek banka bağdaş kurarak oturmuş, etrafındaki insanlara bakınıp defterine bir şeyler karalayan bir insana, bana, bu kadar...acayip(!) baksınlardı?! Sıkılmışlardı işte besbelli.
   Bak yine bir çift geliyor. Tek dertleri mutluluk bu insanların her nedense! Niye bu kadar önemli? Oysa o kadar kolay ki... Az önce -evden çıkarken aceleyle aldığımdan- yazıp yazmadığından emin olamadığım kalemi denemek üzere,deftere sürdüğümde, elbette ki sürtünme kuvvetinden kaynaklı bir siyah çizgi gördüğümde, gülümsemiştim mesela. Önümde saatlerdir balık tutmaya çalışan balıkçı, ben oraya oturur oturmaz ilk siftahını yapmıştı misinadan alıp kovasına atıverdiği lüferle. Bu sefer misinayı koparmamıştı da üstelik! Ve güneş artık eskisi kadar yakmıyordu.
Bütün bunlar sessizce gülümsemeye sebep olan farklı mutluluklar değil midir?
Şüphesiz ki öyleler.

   Evet, Kadıköy bugün fazla sıcaktı, güneş az önce bana merhamet edip elini eteğini günden çekene dek.
   Ama bütün bunlar hala her şeyin standart olduğunu değiştiremez ne yazık ki.
   Bu yazıyı ve beraberinde biramı bitirir bitirmez eve gideceğim gibi.
   Hala değişen bir nane yok.

         Her şey standart.
            Kadıköy bile...
18:45- Caferağa

Karmaşık.

  ''Kişiler tembel değildir. Sadece kendilerine esin kaynağı oluşturacak kadar güçlü amaçları yoktur.''  -Anthony Robbins    
   Sadece duruyorum bazen. Öylece. Boş.
   Yapmam gereken, olması gereken onca şeyin içinde öylece kalabiliyorum. 
   Durmak değil ama bu.
   Kaybedilen, giden bir şeyler var.
   Zaman gibi.

   Mavi gözlü, sarı saçlı yakışıklı bir adamın, günlerden bir gün 'Daima ileri!' derken neyi kast etmiş olduğunu anlamaya başladığım günler bunlar. O diyordu ki; sen öyle duruyor olabilirsin. Ama duran sadece sensin. Senin durduğun oranda akıp giden bir zaman var karşında. Sen belli bir hıza sahip değilsin diye zamanda öylece duracak değil. Bu yüzden her zaman durmak; geriye gitmektir aslında. Eylemsizlik sizi olduğunuz yerde sabit tutmaz. Zaman da zannettiğimiz gibi ileriye değil; geriye götürür. Eğer hala bir hıza sahip değilsek...
   Bir şeyleri değiştirmek, o ilk adımı atmak gerek. Yapmaya başlamak gerek. 
  Ama aktivasyon enerjim bu kadar azken bunu nasıl başarabileceğim ile ilgili en ufak fikrim yok. Tarih; hayal edenleri değil gerçekleştirenleri yazıyor. 
   Ne yazık ki. 

   Savaşmak; olmak zorunda olduğun şey değil, olmak istediğin şey olmaktır aslında. Bazen sadece olmakla değil zamanla da savaşmak gerekebiliyor. Tıpkı insanları değiştirmek değil onları oldukları gibi kabul etmenin doğru olduğu gibi bir şey bu. Zamanı durdurmaya çalışmak değil; ona ayak uydurmak doğrusu. Zamana tepki vermek aptalların işidir. Gerçek olan harekete geçmektir. Bu mükemmellikle ilgili değildir, ya da yenilmez olmakla. Bu tamamen yenilmeye açık olmakla ilgilidir... Gerçek cesaretle.
   Bütün bunlar gerçekler.
   Ama nasıl?
  
   Bilmiyorum.
   Kent ve kafam aynı oranda karışık bu sabah.
   Uzun zamandır ilk defa...

Saturday, October 20, 2012

Sıra Veronica'da.




   ... Tabağındaki kuru yemiş tanelerini taciz ediyordu dokunuşlarıyla. Uzun ve ince parmakları vardı. Aynı oranda uzun bir boyu. Omuzları aynı oranda geniş sayılmazdı.
   Hepsinden önemlisi; gülüşü, henüz yeni yakılmış bir sigara gibi belirgin dumanlar saçıyordu etrafına. Sadece bir defaya mahsus, oyunun malubuna özel bir gülümsemeymiş gibi, onu saklıyordu. Zaman zaman aynalardan da. Kendi gülüşünü kendinden saklamak ne acayip şeydi?
   Utanmasam kıskanacaktım. Ki utanmıyordum... Çünkü aralarında uzun, sağlam temellere dayanan bir ilişki varmışcasına sigara paketine sığınıyordu durup dururken. Dudaklarını büzünce gülüşünü daha iyi sakladığını sandığından mıdır; sık sık yapıyordu bunu.
   Saçlarının kumral pırıltıları; onca loş ışıklandırmanın bile geri tepemediği bir büyüye dönüşüyordu. En vasat pop şarkısını bile çalsa o an dj; durmaz, eşlik ederdi gölgeli bukleleri.Ona kalsa blues bile dinlemezdi oysa...
   Masa daireseldi. Aşağı doğru uzanan ayağından destek alıyordu vitale masa. Yukarıda olup bitenler ona da ağır gelmiş olmalıydı. Ya da çok tahrik olmuştu...
   Sanırım bu yukarıdaki saçma, loş ışıklandırma yavaştan yerini daha sakin bir ortama bırakıyordu. Muhabbet koyuluyordu.
   Evet, tam da tahmin edildiği üzere kentin ışıklarıyla hemen hemen eş zamanlı söndürüldü renksiz lambacıklar. Aynı anda ortamın tüm havası. Geceleyin eğlenmek için pusuda bekleyen o gerzekler de gitmişti artık.
   Şimdi sıra; Veronica'daydı.

Friday, October 19, 2012

Ayagına Köpek Baglamak...


   ''Çok sıcakmış hava. Ama hep sıcakmış zaten. Dünyanın o bölgesinde, zaten sıcak olan bir denizin ortasında soğuk olması zaten beklenmezmiş. Mustafa Musa’nın yaşadığı yerde toprağın sahibi ve o toprağın üstündeki harnup ağacının sahibi ayrı kişiler olurmuş. Eğer bir tarlanız varsa ve o tarlanın içinde bir harnup ağacınız varsa; o kendinize ait koca tarlanın ta ortasındaki o iri, o devasa harnup ağacının harnuplarını, keçiboynuzlarını, toplayamazmışsınız. Çünkü toprağın sahibi olmak; toprağın üzerinde yetişen harnup ağacının sahibi olmak anlamına gelmezmiş. O coğrafyada. Bunun dışında her şey bildiğimiz gibiymiş aslında. Çok üzüm olurmuş, iyi üzüm olurmuş ama o üzümden şarap olmazmış! O kadar şekerliymiş ki üzüm ancak konyağa dururmuş! O kadar şekerliymiş ki üzüm; kazayla yerseniz, kontrolsüzce, bir ay damağınızdan gitmezmiş şekerin yanığı.
   Evet, aslında her şey biraz da kontrolsüzce olduğunda hep bir iz bırakır; insanın damağında.
   Hiç toprağı olmayan ama çok fazla harnup ağacı olan, buranın sorumlusu, Çiçek Mustafa diye bilinirmiş. Denizin hemen kıyısında, tepenin hemen üstünde, o tepenin hemen arkasında yayılmış küçük kasabada. Her evin avlusu olurmuş, her evin avlusunda bir kuyu olurmuş, her evin avlusunun kenarında bir limon ağacı olurmuş, her limon ağacının kenarında bir mutfak olurmuş. Mutfaktan elini uzattığında limon ağacına ulaşacak kadar yakın olurmuş; mutfağın penceresi. İncir olurmuş. İnciri içinde bırakan bir kümes olurmuş. İçinde güvercinler olurmuş. Bir de bir künk olurmuş. Künkün hemen ucunda bir pres olurmuş- ki zeytinin yağı çıksın! Zaten incir ve üzümün olduğu yerde medeniyet olurmuş, hep öyle olmuş. Çiçek derlermiş Mustafa Musa’ya çünkü sadece keçiboynuzları ve kendisi varmış. Ve köyün içinde her yürüdüğünde kadınlar dönüp dönüp ona bakarlarmış. Tarlada yatarmış, kendine ait olmayan tarlalarda. Kendine at olmayan tarlalardaki kendine ait olan harnup ağaçlarının altında.
   Bir köpeği varmış. Hep onunla dolaşırmış. Belinde bir ip taşırmış. Köpeğinin boynuna ip bağladığını hiç görmemişler. Ama belinde hep bir ip görmüşler… Hava çok sıcakmış. Çok fazla konuşmazmış, bazen onun adımlarına hep uyum sağlayan köpeğinin de konuştuğunu duyarmış. Hep ‘Zeplin, zeplin, zep-‘’ dermiş. Belki de köpeğin adıymış; bunu kimse bilmezmiş. Hiç, ama hiç, ama hiç! Takmamış onları köpek ‘’Zeplin!’’ diye çağırdıklarında. Ama Mustafa Musa ne zaman zeplin dese köpek döner bakarmış Mustafa Musa’ya. Ona şaşırırlarmış çünkü köpek sağırmış! Mustafa Musa ve Zeplin harnup ağacının altına geldiklerinde, harnubun gölgesine serildiklerinde; Mustafa Musa belindeki ipi çıkarır; önce kendi ayağına bağlar, sonra sağır köpeğin, kara sağır Zeplin’in boynuna bağlarmış. Köyde, hani yeri gelirse Mustafa Musa nerede diye sorarsa biri, çocuklara; ayağına köpek bağladı derlermiş. Bu biraz da, yani tam olarak ‘’Mustafa Musa uyuyor’’ anlamına gelirmiş. Sadece uyurken bağlarmış Zeplin’i ayağına. Çünkü Çiçek Mustafa’ymış. Eğer köyün içinde yürürse bütün kadınlar döner ona bakarmış. Bir gün anlamışlar ki ne zaman Mustafa Musa ayağına kör bir köpek bağlasa aslında bir erkeğin canı yanmış! Demekmiş. Ağır pompacıymış Mustafa Musa. ‘Çiçek Mustafa’ demişler ona. Köyün içinde her yürüdüğünde bütün kadınlar döner ona bakarmış! Ne zaman ayağına sağır bir köpek bağlayıp bir harnubun gölgesinde uyusa; bütün erkekler hızla evine koşarmış!
   Bir gün vurmuşlar Mustafa Musa’yı bir harnup ağacının altında. Bir erkeği ancak masum olduğunda vurabilirsiniz. Çünkü ayağına köpek bağlamadığı bir gün, ona bakan bir kadına bakmadığı bir gün vurmuşlar Çiçek Mustafa’yı; bir harnup ağacının altında.
   O günden sonra o kasabada, o havası çok sıcak kasabada, o üzümünden sadece konyak olan kasabada, eğer hazırlıksız bir anda ağzınıza attıysanız şekeri bir ay boyunca boğazınızı yakan kasabada herkes uyurken ayağına köpek bağlamaya başlamış… ''

Taka


  Bu havada orada ne işi olduğunu sorgulamak için bile gelmiş olsa; yine de bu havada orada olması aptallıktı. Zaten bunu hiç sorgulamazdı. Ne diye sorgulasındı; renkleri görmek için saten perdeyi- bordo ve satendi- tutup hızlıca kenarda bir yerlerde tutturduğunda gördüğü sadece koyu renklerdi. Başka bir şey değil. Ne diye sorgulasındı; her sabah gözlerini açtığında tavanın kalkmış boyasının rengi bile koyuydu.
  Takasının içinde o berbat soğukluktaki havada bile alabildiğine yaşıyordu balıkçı. Alabildiğine üşüyordu. Üşümek ona iyi geliyordu onun tabirine göre, ona göre; üşümek yaşamanın ta kendisiydi. Ona buram buram yaşam kokusunu hatırlatıyordu. Donuyordu.
  Kıyılarında köşelerinde bambaşka hayatlar çizdiği ucu bucağı belirsiz siyah deniz, boğulması mümkün fakat ölme için elverişli değildi. Bir önceki cümleden de anlaşılacağı üzere hayatlar vardı zira. Bambaşka takalarda devam eden bambaşka hayatlar. Belki de çok benzerleri; bunun bir önemi yok.
  Hiç ürkütmüyordu onu; az sonra kopacağını gözüne kaçan bulut parçacıklarından(!) anladığı ağır boran. Hiç hem de. Sözde en az yalnızlığı kadar sağlamdı takası, az sonra gelmesi için kabullenebildiği ölümün varlığına girebileceği bahis kadar sağlamdı işte.
   Sabahtandır tutmak için beklediği balıklar bile yalnızca gelecek olan fırtınayı bekliyorlardı. Bu yüzden kaçışıyorlardı bu sefer. Oltanın ucuna çarpan birkaç tanesi oluyorsa da yemeye tenezzül dahi etmeden balıkçının yuvalarına düşen umutlarını da aldıkları gibi uzaklaşıyorlardı oradan.
  Sezgileri onu hiç yanıltmamıştı.
  Bir metrekareden biraz daha fazla yaşama kapasitesi şöyle dursun; sonsuz sayıda yaşama umudu sığdırabildiği maun, dışı beyazla boyalı takasında, tutmaktan çoktan vazgeçtiği balıklarıyla ve onların da yaşamlarını bağladığı oltalarıyla ruhunun ait olduğu yere geri dönüyordu balıkçı.
  Artık şu tavanın boyasına bir el atmalıydı.

Thursday, October 18, 2012

K.adın



'“Üzerine konuşulamayan üzerine, içmek lazım…”


İyi olan tek şey denizin üstüne yayılmakta olan kötü Rum şarkılarıydı. Bir de Levrek. Saçlarıyla oynamaktan ve üşümekten hiç vazgeçmeyecekmiş gibiydi. İyi bir günbatımından beklenebilecek her şey vardı gökyüzünde, tüm sıcak renkler, hafif bir esinti ve şarap kokusu. Hiç gülümsemedi, hiç gülümsemeyecekmiş gibiydi. Eski bir hikaye anlatmaya başladığı sırada, ayağının hemen altında küçük bir halka oluştu, sustu.

Sanki ‘bazen iri bir horoz balığı kadar hırçınlaşabilir her şey; bazen Tartaros çukuru kadar derinleşebilir’ demek istedi. O sırada gök yüzünden bir örs düşse ancak dokuz gün dokuz gece sonra varabilirdi yeryüzüne ve tunçtan bir örs düşse yeryüzünden ancak dokuz gün dokuz gece sonra varabilirdi gözbebeklerine.

Gerçekten öyleydi, inanın…

Uzun, ışıksız ve soğuk bir yoldu, elini adamın göğsünde ısıttı. Sonra sevişelim dedi, doğurmak istiyorum kendimi!

Hiçbir K.adın doğuramaz(mı)

beni yeniden!(?)

Jack ya da Jolina


   ...Keşke söndürselermiş o zaman bütün sokak lambalarını. Jolina rahatsız oldu ışıklardan. Her zamankinden farklı ama tanıdık kıdemde ürkek bakışlarıydı bunlar. Üzerimden daha sonraları da silip atamayacağım kalınlıkta, gece gece parlıyorlardı göz bebekleri. Oldukça sağlamdı öz güveni. Az sonra, evet yani elindeki zarif, viskiyle dolu bardağı hemen önündeki bara bıraktıktan sonra; gül kurusu, iri dudaklarını aralayıp sessiz bağıracaktı. Oynayacaktı ölüm kozunu. Jack susmuş, ürkek bir sincap gibi düş perdelerinde yarattığı ağaç dallarına saklanıyordu. Yok, yok hayır. Sözcükleriydi gazabından sığındığı. Jolina'nınkiler...
   Soğuk ve yakıcıydı.
   Üşüdüğünü fark ettiğinde her şey için olmasa da bir takım ehemniyetli şeyler içi haddinden fazla geç kalmıştı Jolina. 
   Hayır ama, asla Jack'in düşündüğü gibi hızlı ve sessiz olmamıştı bu. Çark öyle bir döndürülmüştü ki; öyle hırsla itelenmişti ki kutsal bakirenin varisi Jolina tarafından; bunu durdurmaya ne Jack'in gücü yetebilirdi...
   Ne de.
   Ne de o sırada sağda solda bir kaç viski bardağının kırılmasından yakınan, bu sayının artmasından tüm benliğiyle çekinen garson. Ha siktir! Jolina çoktan bir tane daha kırmıştı bile...
   Bu dişilik karşısında bile tam anlamıyla 'öylece' duruyordu Jack. Hiç bu kadar 'öylece' duranını görmemiş gibiydi... Aptal garson!
   Kişi sayısı olarak da ne 'fena değil' denebilecek kadar iyiydi mekan; ne de olanca alkolü sineklere kaptırmaya niyetliydi üç-beş müdavim!
   O gün oraya bunları söylemek için gelmemişti Jolina. Jack buna inanıyordu. Böyle iyi hissediyordu. Kendini kandırıyordu işte! Sokak lambaları kapanmadığından- bir türlü-, akli sikinde garson bardaklara bakıp ağladığından oldu bütün bunlar... Islak, davetkar ve görünmez, gül kurusu ve artık incecik kalan dudaklarından sırf bu yüzden dökülmüş olmalıydı o tümceler. Hay bin!
 Şimdi yalnız ve yalnızca birbirleri dışında kalanların auraları renkliydi onların gözünde. Kendileri siyah beyazdı. Ancak öyle renklere büründü ki Jack ve Jolina'nın gözyaşları...
   'Gitmek gerek' dediği vakit, Jolina.
   Usulca, usluca, içinde kopan fırtınalarca, 'Sen mi, ben mi?' diyebildi Jack. Kısa boyluydu, ama aşkına sadıktı!
Jolina elindeki kadehi; parmağındaki yüzüğün dişiliğine kattığı zerafetle garsona-aptal olan-cakasını satmak, repliklerini söylemek,oradan hızla defolmak istediğini söylercesine vitale masanın yüzeyine vurdu. Sesliydi. Nasıl olurda hiç konuşmadan böyle çok şey anlatabiliyordu?!
   
   Ve Jolina sahnede yerini aldı. Şöyle bir toparlandı ve artık son tiradına giriyordu... Hiç bu kadar kısa olmamıştı.
   Tiradın sonunda sokak lambaları hala sönmemişti. Göz bebekleri kavrulan Jck'in yüreğindeki ateş gibi korla yanıyorlardı. Ve hala rahatsız edicilerdi. Çoktan oradan uzaklaşan Jolina için bile!

   Garson,
             artık ağlamıyordu. 


Wednesday, October 17, 2012

Ses



Hiç ses yoktu.
Hiç hem de.
Bir sevişme sahnesi değildi içeride çekilen.
Olamazdı.
Ancak bir ayrılığın son perdeleri;
İkili,
Son diyalogları olabilirdi bunlar.
Öyleydi nitekim.
Ancak bir yıldız ışığından vazgeçtiğinde,
Bu kadar kırılgan bir yüzeye bürünebilirdi.
Porselen.
Ancak bir parşömen açabilirdi,
Bu denli kusursuz derinlikte bir yarayı.
Öyleydi nitekim!
Ebedi ve ezeli bir sessizlikti bu.
Öylesine güçlüydü ki girdapları;
Yakınında, yöresinde olmayanları çekip,
Soğuruyordu.
Gri rüzgârında.
Griydi evet;
Sessizliğin rengi bu akşam…
En doğru ses rengine bürünüp,
Yuvalarından çıkmayasıca kelimeler bile.
Gri bir vaziyette.
Birçok sessizlik aynı anda yapıyordu aryasını.
Bütün bardaklar çatlıyor; ama bir tanesi bile kırılmıyordu.
Sesten!

Çünkü yoktu.
Bugün ses yoktu.
Hiç ses yoktu.
Hiç hem de.
Bardakları çatlatacak mükemmellikte…

Neyse...

...İşte sonra dönüp sordum yine;
Dedim ki ''Neden böyle?'' 
''Olması olası bütün olasılıksızlar ne diye dönüp dolaşıp bizi bulur ki?'' dedim!
Bayağı dertliydi yalnız...
Tamam, hep bir kasvetli görünmüştür zaten;
Beyaz deniz fenerinin yamacından
Gözüme.
Oltasını denize daldırıp,
Umarsız,
Rakısına sarılan balıkçıdan daha kasvetli.
Üzerinden yıllar yılı gitar çalıp şarkılar söylenen;
Kayalıklardan.
Hani aralarında kırık şişe ve cam parçaları!
Daha kasvetliydi hatta.
Yerinden belki?
Belki tren gürültüsü rahatsız etti onu.
Kim bilir?!
Tevekkeli değil; daha bir kırmızıydı bugün.

''Neden?'' dedim ona dönüp;

''Kaleminin ucu kırıldığında uçuşur düşüncelerin,
Senin tualinde düzenin hiç mi bozulmaz,
Kusursuz bir ressamın fuları kadar mı renkli tualin?
Marmara denizinde...''

''Yakınlarda görünen gemilerle aramızdaki mesafeler;

Sen de özlemez misin onların sıcaklığını?
Kıyılarına yanaşırken ki'' dedim...
Özlemle başını eğen bir sevgili gibi ılık ama esintili bir rüzgâr geçti.
Merdivenlerinden.
Aynı merdivenlerden başını eğen sevgililer.

Tam o an; 

Dönmüştüm yüzüne!
Balıkçıya rastgele demezden önce.
Demiştim ki;
''Aynalarımızı affedersek; ne kalır ki geriye?'' !
Hatırlarım.
Haydarpaşa, hiç cevap vermemişti...

Tuesday, October 16, 2012

Hayat kalır.

 Her şey olur,

Başımıza gelebileceklerin sayısı belli, güvendeydik. Son söylediklerin kulağımda tıpkı ilk söylediğin gün gibi; “Beni burada bırakma..”, ayakkabıların elimde yokuştaydım ya da bana öyle geliyor, nasıl anlatacağımı bilemiyordum.


Her şey büyür,


Yedi Uyuyanlar’ın, önünden her geçişimizde biraz daha kabaran yatakları kahve falıymışcasına desenlerle örülüyordu. Nehre doğru yüzümüzü çevirdiğimizi anımsıyorum, Thames bulgur rengine yakın senin üzerindeki kırmızıydı, sordum; “Eve dönmek istiyor musun?” Gittiğini söylediler.


Her şey geçer,


Yolun yarısı ve vakit çok geçmişti. Sabah kovulacağımı bilerek evine sığındım. Üzerimdeki lanet bir gölge gibi peşimi adımlıyor, yatağın yanında, yerde duran pikapta ne olduğunu anımsayamadığım bir plak dönüyordu. Yağmur başlamadan hemen önce kapının dışına konmuşum. Islanmıyordum. Moda Parkı’nda sıradan bir sıranın üzerinde nefes alıp veriyor ve hayatımın anlamını düşünüyordum. Yoktu.


Hayat kalır.


Monday, October 15, 2012

Son

   Her son yepyeni bir başlangıçtır.
   Biten her şey acıtır... Her son belki milyonlarca belki sadece bir tane anı taşır içinde. O anılar hatırlanır. Anılar hatırladıkça acıtır. O anılar hiç ölmez. Hiç unutulmazlar...
   Sonunu bile bile,sonunda kanayacağımızı bile bile inandıklarımız; sonundan haberdar olmadıklarımızdan daha fazla yakar canımızı. Göz göre göre uçuruma sürüklediğimiz hayatlarımız, habersiz çürüyüp giden saniyelerden daha fazla zarar verir bize.
   Çünkü hepimiz biliriz.
   Hiçbir şey bitmez.
   Anılar; hatırlanacak kadar eskidiklerinde değerlenirler. Üzerine yenileri eklendiği sürece yaşanmışlıktır bunun adı. Ne zaman yaşanmışlıklar biter. O zaman anı olur adı.
   Her şey yaşamaya ve yaşatmaya devam ettiğimiz anılardan,anlardan oluşur. Bittiğini sandığımız hiçbir şey bitmez. Var olmaya devam eder. Hem de sonsuza kadar. Neyi bitirdiğimizi hatırlamayıncaya kadar unutulmazlar... Bunu hep hatırlarız. Yani...
  
  Bir yenisi başlayana kadar.
  Geride kalan ne varsa hepsini hatırlatacak yeni başlangıçlar!
  
   Başlangıçlar sonları unutturmamalı. Unutulmamalı ki ileride başlangıçlar; sonların var ettiği anılardan oluşacaktır. 
   Ve bir gün tıpkı diğerleri gibi bu anılar da hatırlanmaya mahkum olacaktır.
    
    Tıpkı tüm yaşanmışlıkların bir gün anı olacağı gibi...

Tuesday, October 9, 2012

Kazanmak/Kaybetmek

   Kazanmak...
   Her zaman çekici, büyüleyici, toz pembe, tek amaç, varoluş nedeni... Değildir!
   Kazanmayı bu denli büyülü hale getiren tek şey; kaybetmektir!
   

   Belli kuralları olan her olgu sıkıcıdır, boğucudur. Kazanmak gibi. Bin bir türlü kuralı vardır. Mesela çalışmak,sonra çalışmak, çalışmak, çalışmak. Ve çalışmak!
   Tüm bunları periyotlara uyarak yerine getirdiğinizde zaten kazanmış olursunuz.Ya da öyle zannedersiniz... Sadece inanmak ve çalışmakla da bitmez kurallar silsilesi. Hep yeni bir hedef zorunluluğu vardır. Kazanılan her zafer, bir yenisi için çalışmaya başlamak demektir. Bu sonu olmayan bir kısır döngüdür.

   Kim için kazandığını da bilmez insan. Kendisinin diye sahiplendiği, hayatının merkezine koyduğu hedefler hiç kendisinin olmamıştır. Dönüp baktığında ''Ne yapıyorum ben ya!'' diyorsa...
   Bütün bunlar anlamsız.
  
   Oysa kaybetmek...!
   Kaybetmek özgürlüklerin içinde en özgür olandır. Katı kuralları olmayan, tüm dünya insanlığına adanmış bir oyundur! Kuralları olmayan insanlar gibi, hafif...
   Tüm bu umarsız yarışların içinde en sessiz sedasız olanıdır kaybetmek. Fark etmeden kaybetmeye başlar insan. Kendini ulaşılamaz dağların enginlerinde zaferiyle baş başa bulduğunda, o zamana kadar fark etmediği bir gerçekle yüzleşir. ''Yalnızlık'' ! Bu; tüm zaferlerin kaybettirmeye başladığını öğretir...
   Kazanmak kaldırılması güç bir sorumluluktur. Kaldırılamaz bir ağırlıktır.

   Kaybetmek bir haktır. Kaybetmek bir onurdur. Kaybetmek zor olanı seçmektir. Kaybetmek 'kaka çocuk' olmaktır. Kaybetmek kendini aramaktan asla vazgeçmeyen insanların tek alışkanlığıdır.
   Kaybetmek güzeldir...

Monday, October 8, 2012

Kar...



 ''  Ateşe âşık küçük bir kar tanesiyim ben… Ben su, o safi alev! Ben duru, kırılgan, narin, akışkan… O her zaman cüretkâr, hep sıcak, kırmızı… ’’ Yok’’ mu olurduk birleşirsek, ‘’kor’’ mu? Ateşle barutun dünyevî zehrini taşıyan bir aşk olurdu bu… Kat be kat daha tehlikeli!
  
   Ateş eritir mi suyu hep… Sanmam. Belki alev, bütün berraklığıyla kabullenir suyu! ‘’Gel !’’ der! Kalbime gel… Alevimin merkezine; ateşin en sıcak olduğu yere gel! Ben belki korkarım önce. Yanmaktan, yok olmaktan! Ama sen varsın… Sana değmek var! ‘’Sana değmek’’ !

  Ben yağarken, sen yanarsın belki! Büyük bir sabırla beni eriteceğin anı beklerim tüm içtenliğimle. Umutsuzca, umarsızca… Bile bile yanmak işte bu! Sana bile bile yanmak… Ateşe bile bile kapılmak bile ürkütücü gelmez artık bana. Ateş varsa güneşten bile korkmaz kar! Üzerine yağar… Sessiz ama çığlıklarla…

   Bu kadar cesurum artık. Sen yaptın bunu. Sen öğrettin cesur olmayı… Göze almayı. Seni de sen öğrettin sensizliği de… Mutluluğuna değer mutsuzluğum.

    Ateşi bile eritebilen güçlü bir kar tanesiyim ben. Ateşe aşık küçük bir kar tanesiyim ben… Kendisi küçük sevgisi büyük… ''

Sunday, October 7, 2012

Gregor Samsa Kadar...



   ...Soğuk,karanlık ve yağmurlu bir eylül akşamı falan değildi oysa.Her şey radyonun sesinin öncekilerden biraz daha fazla açılmasıyla başladı sadece.   

   
   Hayatın her anında hem sorgulamayı hem bunu hiç yapmamayı aynı anda becerebilmelidir. Her türlü lanet cümlenin arkasında onu getirecek bir başka cümle olması gerekmez bazen. Ya da sebepler hep olmak zorunda değildir. Sorgulanması gereken nasıl, neden veya ne zaman olduğu değildir. Sorgulanması gereken ''Ne?'' olduğudur. Zamanı hep en doğrusudur. Yanlış zamanda yanlış yerde olmak'lardan ya da doğru zamanda doğru yerde olmamak'lardan oluştuğunu düşündüğümüz hayat; bize hep doğru zamanda yanlış yerde olmamanın öğüdünü verir durur temelde.
   

   Her varoluş kendi tezatıyla örtüşür.   
   

   Bu; günü geldiğinde yapmak için can atılan şeyleri o gün hiç gelmez de yapılamaz diye korkudan ölmekle birebirdir. Anı yaşamaksa yapılması gereken; o an o korkuyu dolu dolu yaşamaktır bu. Anı yaşamak istediğin an istediğini yapmak değildir bazen. Beklemektir. Anı bekleyerek yaşamaktır. Her şeyi yaşamaktır. Tüm duyguların uç noktalarda olduğu bir hayattır arzulanması gereken...    
   
   Bütün olası cümle başlangıçlarının yine aynı olası sonlarla buluştuğu bir paragraf olmalıdır yazılan.Nereye gideceği belli olmayan cümleler,ruhun ait olduğu yerde son bulmalı ve orada ölmelidir.   
   
   Sonsuza uzayan yollar, ruhun ait olduğu yerde labirentin duvarlarına dönüşmeli...   Yalnızlık, benlikten daha fazla önemsenip, senlik kadar hiçe sayılmalıdır. Yalnızlıktan alınan zevk, acıdan öldürüp, mutluluktan kahkahalar attırmalıdır aynı anda.    İlgi ekleriyle süslenmemelidir hayatlar.    Her an gidebilecek kadar bağımsız, sonsuza dek kalabilecek kadar bağımlı olunmalıdır.    Tercihleri yapan hayat değil, senaryoyu yazan olmalıdır.   Her şey sade ve bayat olmalıdır.   Aydınlığı yalnızca görmeyi bilen bilginler tarafından sırlanan bir gökyüzü olmalı...      Bütün bunları yaptığında 'olmalı' insan.O zaman kendini sorgulamaktan zevk almalı. O zaman kendine anlamlar yükleyebilmeli...      


Düşünmeyi, düşünceden ayırmamaktır.   Felsefeyi sudan, deri ceketi motordan, köfteyi ekmekten ayırmamak kadar gerçektir.
   Gregor Samsa kadar...Kaybetmek kadar.