Wednesday, February 21, 2018

YAĞMUR

   

   Elimizde avucumuzda olan sadece saatlerdi.
   Kıymetini bilsek de bilmesek de akmaya devam edecek olan saatler.           
   Ve bununla ilgili tek bir itiraz hakkımız başvurabileceğimiz bir merci bile yoktu.
   Mahkûmduk. 
   Elini tutup yürümenin ne kadar garip geldiğini ve bu kadar alışkın olduğumuz fikir bulutlarımızın bu kadar alışkın olmadığımız bedenlerine bu kadar yakında olmanın ne demek olduğunu ve bu kokuları daha önce hiç bilmediğimizi, gecelerce hayalini kurduğumuz gerçeklerin nefes kadar yakınımızda olduğunu ve o an hatırlamaya fırsat bile bulamadığımız diğer tüm şeyleri düşünecek vaktimiz yoktu.
   Meydan(‘)daki insan kalabalığından yaşça küçük kalplerimiz sonsuz sessizliğin gürültüsünden küçük artçılarla sallanıyordu. 
   Aşk insanın tüm sağlıklı duyularından beslenip onu sağır, kör ve dilsiz ediyordu.
   En azından bundan emindik.
   Yürüyecek yolların bitmeyeceğini bilmenin iç dengemize verdiği sükunet kendi sınırlarımızdan yarattığımız kafeslerdeydi.
   Birbirimizden asla saklamadığımız diğer tüm şeyler gibi ortadaydı, uzay-zaman bizim fizik ve kimyamızın çok dışında kurallarla işliyordu ve en kısa susmalar korkularla karışıp bu evrenin kaoslarına dönüşüyordu. 

   Kaoslar sınırlı saatlerimiz ne zaman dönmeye başlasa hep yağmur olup yeryüzümüze geri dönüyordu.

   Her şeyi durdurdu. Konuşmaya başlamadan önce durup nefes almaya tenezzül bile etmedi. 
   Bir insanın gözlerinden en uzağa ne kadar bakılabilirse o kadar uzağa baktı.

“ Biliyor musun, bebek gibi kokuyorsun. Yemin ederim!”

Dedi.



  Sınırlı saatler bitti, yağmur durdu; bebek kokusu geçti.

No comments:

Post a Comment