Friday, October 19, 2012

Taka


  Bu havada orada ne işi olduğunu sorgulamak için bile gelmiş olsa; yine de bu havada orada olması aptallıktı. Zaten bunu hiç sorgulamazdı. Ne diye sorgulasındı; renkleri görmek için saten perdeyi- bordo ve satendi- tutup hızlıca kenarda bir yerlerde tutturduğunda gördüğü sadece koyu renklerdi. Başka bir şey değil. Ne diye sorgulasındı; her sabah gözlerini açtığında tavanın kalkmış boyasının rengi bile koyuydu.
  Takasının içinde o berbat soğukluktaki havada bile alabildiğine yaşıyordu balıkçı. Alabildiğine üşüyordu. Üşümek ona iyi geliyordu onun tabirine göre, ona göre; üşümek yaşamanın ta kendisiydi. Ona buram buram yaşam kokusunu hatırlatıyordu. Donuyordu.
  Kıyılarında köşelerinde bambaşka hayatlar çizdiği ucu bucağı belirsiz siyah deniz, boğulması mümkün fakat ölme için elverişli değildi. Bir önceki cümleden de anlaşılacağı üzere hayatlar vardı zira. Bambaşka takalarda devam eden bambaşka hayatlar. Belki de çok benzerleri; bunun bir önemi yok.
  Hiç ürkütmüyordu onu; az sonra kopacağını gözüne kaçan bulut parçacıklarından(!) anladığı ağır boran. Hiç hem de. Sözde en az yalnızlığı kadar sağlamdı takası, az sonra gelmesi için kabullenebildiği ölümün varlığına girebileceği bahis kadar sağlamdı işte.
   Sabahtandır tutmak için beklediği balıklar bile yalnızca gelecek olan fırtınayı bekliyorlardı. Bu yüzden kaçışıyorlardı bu sefer. Oltanın ucuna çarpan birkaç tanesi oluyorsa da yemeye tenezzül dahi etmeden balıkçının yuvalarına düşen umutlarını da aldıkları gibi uzaklaşıyorlardı oradan.
  Sezgileri onu hiç yanıltmamıştı.
  Bir metrekareden biraz daha fazla yaşama kapasitesi şöyle dursun; sonsuz sayıda yaşama umudu sığdırabildiği maun, dışı beyazla boyalı takasında, tutmaktan çoktan vazgeçtiği balıklarıyla ve onların da yaşamlarını bağladığı oltalarıyla ruhunun ait olduğu yere geri dönüyordu balıkçı.
  Artık şu tavanın boyasına bir el atmalıydı.

No comments:

Post a Comment